Abidin Sever

HAC İBADETİ

(...) Çoluk çocuğumuz bile bizim için bir imtihandır. Rabbimiz bir ayetinde şöyle buyurur: “Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer imtihan sebebidir ve büyük mükafat Allah’ın katındadır”(Enfal:8/28. Oğluna olan sevgin bile, seni deneme yoludur. Hz. İsmail’in sevgisi Hz. İbrahim için bir imtihandı; şeytanla karşılaşmalarında onun tek zayıf yönü olmuştu bu. (...)
DEVAMI

 
Hulusi Kaya
  Binlerce yıl Tarihe tanıklık eden Ülke: Mısır

(...)Bununla birlikte Osman’lının hizmetleri de Kahireyi kuşatmış. Yapılan her eser ya onarılmış ya ilave edilmiş veya yeni yapılmış. El Ezher camisinden tutun da, Kahire kalesi dahil olmak üzere, Amr İbnul As cami gibi, Hz. Hüseyin Cami gibi kahire başyapıtlarında mutlaka izleri bulunuyor. Şimdi adım adım gezimizin detayları. (...)
DEVAMI

 
 
 
ÖNEMLİ LİNKLER
 
Arama Yap

Google



 
MUSTAFA UYSAL
BU DA BENİM HAYAT HİKAYEM

Allahın selamı üzerinize olsun.

1963 yılı baharında, tahminen Martın 10 u ile 20 si arasında ki günlerden birinde doğmuşum. O zamanlarda katip senenin bir gününde çıkıp gelip, o yıl veya daha önceki yıllarda doğan ve o zamana kadar da kaydı yapılmayan çocukları yazarmış, nufus kütüğüne kaydolsunlar diye. Yani genelde yeni doğan çocuklar doğumdan sonraki ilk yıllarını resmi T.C. vatandaşı olamadan geçirirlermiş. Hatta ilkokul çağına kadar, dahası da var askerlik çağına kadar bile resmi vatandaş olamayanlara rastlamak mümkünmüş. Fakat yazıldımı, hele kız çocukları bir yazılır, pir yazılırlarmış. Daha iki üç yaşında, yeni konuşmaya başlarken bile yedi sekiz yaşında oluverirlermiş resmen.

Bu durumu hep nufus katibine bulmayalım. O zamanlarda oğlan çocuğunu, askere geç giderek biraz akıllansın da (biraz daha büyüsün anlamında) ezilmesin diye bir kaç yıl geç yazdırırlarmış ailenin babası veya dedesi. Kız çocuklarını da tam tersine nufus kaydına göre 16 yaşına çabuk varsınlar da ilkokula hiç gitmeden veya ikinci, üçüncü sınıftan hemen çıkıversinler daha akıl baliğ olmadan diye bilerek üç beş yıl daha büyük kaydettirirlermiş. Ve bu durumda bir kız çocuğu kedisinin büyüğü, hatta iki büyük abisinin bile resmen ablası oluverirmiş. Böyle bir durum benim de başımda şahsen.

Yine de ben kendimi her şeye rağmen şanslı görüyorum çünkü, en azından dünyadaki hayat serüvenime başlamamdan itibaren üzerimden sene-i devriye geçmeden resmi vatandaş olabilmişim ve aile büyüklerim ile nufus katibi doğum günümü yaklaşık 11 ay sonra 14 Şubat 1964 olarak belirleyivermişler.

Genel gidişatın aksine bir de ilkokula erken başlamışım. Çocukların genelde ana yaşına göre sekiz dokuz yaşlarında okula başlama geleneğinin aksine nufus kaydındaki yaşıma göre, 6 yaşımda, ana yaşıma göre de 7 yaşımda başlamışım ilkokula.

Okula başlanılan ilk gün o zamanlarda temizlik günü olurdu, şimdilierde nasıl bilmiyorum. Bu ilk günde herbirini saygı ile andığım öğretmenlerimden Rıfkı Öğretmenimin, bir kız çocuğuna vurduğum (daha doğrusu dövdüğüm) için, akıllanayım diye ceza olarak beni kulaklarımdan tutarak yaklaşık bir beş dakika yerden kaldırıp indirdiğini hatırlıyorum.

İlkokulun bütün sınıftlarında her gün evden okula bir veya iki odun götürmek zorunda idik. Bana hiç nasip olamdı ama o günün sonunda, göze girmek için, çantasını sonra gelip almak üzere sınıfta bırakıp, artan odunları kuçaklarına doldurarak öğretmenimizin evine götüren arkadaşlarım, öğretmene yağ olsun diye, sabah okula giderken öğretmene hediye olarak yumurta v.s. getirmelerimiz ki, ben bu yağcılık yarışında sonda kalanlardandım, ilkokulla ilgili hatıralarımın sağlam kırıntıları arasındadır. Öğretmenlerimize bu şekilde yağ çekerek öğretmenlerimizin gözüne girmek isterdik. Böylece ceza aldığımız zaman, ki genelde kaçınılmazdı ve biz bu yaptıklarımızın hafifletici sebep olabileceğini düşünüyorduk herhalde. Çünkü cezalandırılmalarımız neredeyse rutinleşmişti de dayak yemeden bir haftayı hasbel kader tamamlama başarısını gösterdiğimizde büyüklerimiz bu bu durumu, çoktan beri kaşınıyor şeklinde izah ederlerdi. Çünkü yine büyüklerimize göre hayırsızlık kanlarımıza işlemişti. En azından öyle bir imajımız vardı ve öğretmenlerimizin, ailelerimizin ve diğer büyüklerimizin gözünde bizlerin sık, sık dövülmesi, sertçe azarlanılmamız v.s. kaçınılmaz bir seramoni gibiydi o zamanlarda. En azından bana öyle geliyor.

Bir de aynı zamanda müdürümüz olan Mustafa Küçük öğretmenimizin, Andımızı veya İstiklal Marşımızı okumadan önce sık, sık bir hatırlatması olurdu. “İstiklal Marşımızı veya Andımızı okurken, burnumuza sinek konsa ve burnumuzu yese bitirse bile biz kıpırdayacaktık”. Neyse ki bu durumdan faydalanmak isteyen bir sinek çıkmadı. Çünkü iyi bakımdan olacak burnumuzdan eksilmeyen sümükler sineklere açık davetiye çıkarıyorlardı.

Şimdilerde de öğretmenler böyle uyarı yaparlarmı bilmiyorum. O zamanda neden böyle uyarılırdık, doğrusu halen onu da halen anlayabilmiş değilim. Kırılmayacaklarını bilsem öğretmenlerimizden birine sormak isterdim. Sadece böyle muamele görerek bir türlü öğrenemediğimiz büyüklerimize saygıyı, küçüklerimize karşı da sevgi göstermesini öğrenmeliydik, onu biliyorum. Bu iki olguyu yani saygı ve sevgi duygularıyla donatılmış olmayı becerebilen hemen hemen hiç yoktu biz çocuklardan o günkü sevgi saygı normlarına göre.

İlkokula gittiğim yıllar ve hayalimde okulla özdeşleşmiş olan kapana kapanmalarımız, hakaret ve dayaktan sonra öğretmenimizin bize adam olmamız için verdiği en ağır cezaydı. Bu rutin rituellerin içinde çocukların parmaklarını, parmak uçları yukarı gelecek şekilde birleştirmeleri ve öğretmenimizin sopayla bu birleştirilmiş parmak uçlarına vurarak cezalandırmaları da vardı. Bu şekilde bir cezalandırmada sık sık öğretmenimizin maksadını aştığı ve bu dayak fasıllarından sonra çocuklardan bazılarının tırnaklarının çıktığı da olurdu. Bir defa da benim sol başparmağımın tırnağı önce karardı sonra bir kaç gün içinde parmağıma veda etti. Biraz sancılı geçti ama biz neticede adam olacaktık. Ne pahasına olursa olsun biz keratalar söz dinlemeli ve adam olmalıydık neticede.

Bu şekilde cezalandırılmamız Rıfkı Öğretmenimizin sitiliydi. Bir de Erdem Öğretmenimizin sitili vardı ki onun cezalandırmasında genelde varılan sonuç maksadını aşardı. Ele aldığı çocuğu tokatlerken, çocuğun ağız ve burnu kan revan içinde kalırdı ki, çocuğun yüzünün çok az da olsa kazara tokattan arta kalan kızarmamış yerleri sapsarı, yüzünün geri kalan kısmı ise yavaş, yavaş patlıcan rengi ve alırdı da, çocuk hiç bir şey yokmuş gibi yüzünü dışarda çeşmede yıkayıp geldikten sonra öğretmenimizi teselli ederdi “çok fazla kan çıkmadı öğretmenim” diyerek, en az bir bölü dört kilo kan boşaldığı halde. Yüzünün bayağı bir değişen coğrafyasını da ufak tefek şişlikler diye tarif ederdi. Biz de koro halinde tasdiklerdik, dışarı çıktığımızda da küfür başkanlarının(1) duyamayacağı bir şekilde o biçim dayak yiyen arkadaşimizi teselli etmek için köyde kullanılan küfürlerin en hatırlılarını öğretmeninimizin gıyabında en şiddetli bir şekilde savururduk. O haftalarda, olay hatırlandıkça veya mesela “adda la Erdem Öğretmen Erdalı nasıl dövdü” diye hatırlatıldıkça solo ve koro halinde ekolu ekosuz hep devam ederdi bu sövmelerimiz. Ama öğretmenimize yaptığımız bu sövgülerimizi öğretmenimiz tahmin etse de hiç duyamazdı. Bu öğretmenimizin bir de arasıra hızını almayıp dersin büyük bölümünü bir çocuğu döğerek geçirdiği olurdu. Mesela amcaoğlum Halil İbarahim ilerde ne işine yarayacaksa matematik dersinde açı çeşitlerini bilemediği için değil, dayak yemek fobisinden olacak, dili tutlup, çok iyi bildiği dar, dik ve geniş açıyı söyleyemediğinden, açık hava da bir ders boyu dayak yediğini, bizimde onu teselli için öğretmenimize, öğretmenimizin gıyabında en uzun soluklu sövgülerimizi sıraladığımızı hep hatırlarım.

Diyeceksiniz ki kimbilir ne yaptınız da o kadar dayak yerdiniz, azarlanırdınız v.s. Hatta size dayak olmasa sizin önünüze mi geçilirdi!!!? diye sorabilirsiniz. Tabi ki de hayırsızlık yapmamamız lazımdı değil mi yani? Hem bütün bunlar bize iyilik olsun diye yapılıyordu. Zaten bazı uslu ve hatırlı çocuklar dışında bütün çocukların sık, sık ceza, yani azar, hakaret, dayak ve kapana kapatılma gibi iyiliklerle taltif edilmemiz gerekiyordu. Zaten etimiz öğretmenin oluyor, kemiğimiz de ana babamıza yetiyordu. Hem bütün bunlar (nasıl olcaksa 6-13 yaş arasındaki) biz çocukların adam olması içindi. Kız çocuklar, biz erkek çocuklara göre ya çok torpillilerdi, ya onların cezasını da biz yükleniyorduk, ya da belki de onlar da bizim gibi yaptıkları hayırsızlık oranında ceza alıyorlardı. Fakat bize hep torpillier gibi geliyordu da halen kıskandığımı itiraf edebilirim.

İyi de çocuk olmanın bir yeri yok muydu bu kadar ceza verilirken? O zaman böyle şeyler pek düşünülmezdi.

Bu cezaların iki de dini motifi vardı: Biiir: bi defa dayak cennetten çıkmış mubarek bir şeydi. (İlahiyat Fakultesini bitirmiş biri olarak hala bu dayağın cennetten biz o zaman ki hayırsız çocukları ıslah etmek için çıktığına dair bir delil bulabilme derinliğine erişemedim. Hatta benim gibi sıradan ilahiyatçılar değil, anlı şanlı ilahiyat profosörleri de böyle bir delil bulamadılar , neyse...) İkiii. Şeytan azapta gerekirmiş. ( Burada da, daha akil baliğ olamayan çocukların şeytana özdeştirilmesinin dini dayanağı ne ola ki diye bir soru sormakla bir densizlik yapmış olmam inşaallah. Hatta çocuklar daha çok meleklere benzetilir genelde. Buna da bir neyse....).

Bir de buna zaman, zaman sudan sebeplerle, baba veya annenin şöyle ağzından burnundan kan gelecek şekilde çocuğunu esaslı bir dayaktan geçirmeleri de eklenirdi ki çocuğun bu dayak yemesi, başka sıkıntılardan patlama noktasına gelen anne ve baba için bir terapi özelliği taşırdı. Bu terapiden sonra bir yandan yanındaki ağzını yüzünü silidği çocuğunun gönlünü almaya çalışırken, diğer yandan da acizleneceği birine çoguğunu dövme sebebinin, falanın veya falanların (hanımlar için genelde kaynana ve görümce vesairedir.) yaptıklarından dolayı hıncını çocuğundan alma eylemi oladuğunu hayıflanarak ve pişmanlık ifadeleriyle anlatmaya başlardı.

Öğretmenlerimiz de bize Çağdaş Türkiyeyi ve devrimleri ile koflaşmış Osmanlı farkını anlatırlardı. Şimdi bu cezalar farkı fark ettirme terapisi olabilme özelliği varmıdır bilinmez. En azından bilsen de söylenmez. Bunu ben aklımda kalan sosyal bilgiler ve Türkçe ders kitaplarında ki bazı yazılardan çıkarıyorum herhalde. Ama belki de Türk Çocuğu dayanıklı olmalıydı felsefesinin bir tezahürü olabilirdi böyle fiziki şiddet uygulamaları. Öğretmenlerimizden dayak atmada geri kalmayan Kuran Kursu veya Kuran öğreten hocalarımıza da bu vesileyle aynen öğretmenlerimize olduğu gibi saygılarımı sunuyorum.

Analarımızın bu konularda söz söyleme hakkı ve yetkileri genelde pek yoktu. Tabi benim gibi babası yurt dışında olanlar hariç. Onların (anaların) daha çok, hanımlar arası kavgalar, dedi kodular ve uzaktan uzağa yüksek frekanslı, köyün öbür tarafından duyulan bağırtılı, küfürlü kavgaları ve de kavga esnasında birbirlerinin eksiklerini başlarına kakma gibi meşguliyetleri olurdu, işten, aştan ve ev işlerinden arta kalan zamanlarında bir de dedi koduları, köy diliyle acızlanmaları, elleri başlarına ererse tabi...

Şimdilerde çocuklar okullarda bizim gibi adam edilme ayrıcalıklarını kaybettiler. Hatta şimdiki ana babalara da bir şeyler oldu. Mesela şimdiki babalar, bizim babalarımızın yaptıkları gibi çocuklarının etlerini öğretmenlere sunup, kendileri kemikleriyle yetinmiyorlar, hatta böyle bir disiplin anlayışının eğitime ve öğretimde uygun olamayacağını öğretmenlerin yüzüne karşı söylülüyorlarmış.

İlkokuldan sonraki hayatımı genelde köyümün dışında geçirdiğim için kısaca buraya almam gerekirse; ortaöğrenim için geldiğim Karaman İmam Hatip Lisesinin hayatımda bana en çok etki yapan kurum olduğunu belirtmeliyim ve buradan kendilerinden dayak yediğim ve yemediğim, üzerimde hakkı olan bütün hocalarıma saygılarımı bildirmeyi bir borç biliyorum ve ahirete göçenlerelere rahmet, yaşayanalara da rabbimizden hayırlı uzun ömürler temenni ediyorum. Onlar da en az Bursa İlahiyat Fakültesinde ki hocalarım kadar düşünce hayatımın ve dünya görüşümün mimarları oldular.

Hayatımın İmam Hatip Lisesi döneminde ve ilk yıllarında, bir vesileyle bugünkü Odun Pazarına, ki köy otobüsleri oraya gelirdi, hasbelkader uğrasam veya bir büyüğüm köylümle karşılaşsam, ya kendisine hoşgeldin demeden önce veya derdemez filozofça bir tavırla “eğer siz adam olursanız ben de................ olurum, köye kadar da ............ giderim” derdi genelde. Siz dedikleri, o yıl benimle İmam Hatibe Lisesine başlayan, zannediyorum köyümüzden 13 çocuktuk. Bizden önce dört yıl boyunca hiç bir çocuk Karaman İHL ye gelmemişti. O yıl patlak veren ve yazılan on üç çocuktan üçümüz İmam Hatipten diploma alabilmiştik. Sabri ve ben Karamanda, Harun Konyada.

Allaha Şükür bizden sonra bir hayli İmam Hatip lisesinden diploma alan oldu ve onlardan bir çoğu da halen imamlık yapıyor. Burada bu vesile ile de İmam Okullarını, daha sonra İmam Hatip liselerini iyi niyetle başlatan ve okullara katkısı olan herkese en derin saygılarımı sunuyorum. Şu anda bu okulların hepsi benim gözümde dünyanın en iyi okulları. Bu duygumun subjektif olduğunu çok iyi biliyorum, ama başka türlü bir hissedemiyorum, kendimi zorlasam da.

İmam Hatip lisesi çıkış notum sınıfın en düşüğüydü. 1983 yılında mezun olduğum İHL den sonra, Allah nasip etti ve aynı yıl UÜ Bursa İlahiyat Fakültesine başlayıp 1988 yılında mezun oldum. Bursada ki okul yılllarım benim köyümden en çok uzak kaldiğim yıllar oldu.

Halen köyümün aklıma gelmediği tek bir günümün geçtiğini sanmıyorum. Bundan sonra, belki senede birkaç gün kalmak dışında köyümde ikamet edebileceğimi hiç sanmıyorum. Belki ilerde bir yazlık gibi bir evim olabilir, ama yine de iki tane saplantım var diye düşünüyorum. Hulusi Kaya hocanın da belirttiği gibi benim köyüm en güzel köy ve Karaman İmam Hatip Lisesi bütün İHL leri temsilen en iyi okul benim gözümde. En güzel yıllarımı köyümde ve Karaman İHL de geçirdiğim için mi? Kesinlikle değil. Belki de hayatıma en çok etki eden iki dönemden den birisi köyümde, diğeri de Karaman İmam Hatip Lisesine devam edeken geçirdiğim yıllar olduğu içindir.

Not: iki yıl önce, köyümün yıllardır görmediğim ne azından yolumun üzerindeki bazı yerleri görebilmek için Masdat tan Bizim Köye tabana kuvvet geldim. Üyük ve Çayır mevkiinden geçerken tarifsiz ve nedensiz bir burukluk yaşadım. Çünkü çok değişmiş bu yerler. Benim çocukluk ve ilk gençlik yıllarımdaki hayallerimde kaldığı gibi değiller. Sanki oralar da benimle beraber büyümüşler gelişmişler ve benim gibi kırklı yaşların oratalarına doğru gelmişler.

1- Tek dip not olarak; İlkokul ikinci sınıfta iken iki ay kadar çok başarısız bir şekilde yürüttüğüm bu küfür başkanlığı bilmem başka ilkokullarda varmıydı, ama bizde çalışma kollarından biri gibi algılanırdı. O zamanki çocukların konuşmalarındaki cümlelerin ortalama, tabiki büyüklerimize öykünerek, yüzde yirmi beşini küfürlü kelimeler oluştururdu. Bu küfür başkanlığı çalışma kolunun tek amacı ekonomik caydırıcılıktı. Birazda bu günkü BÇG gibi birşey herhalde. Şöyle ki küfür başkanın duyduğu bir sövmenin cezası on kuruştu. Bu şekilde toplanan paraların hepsi okulun eksiklerini gidermeye katkı olsun diye okul sandığına giderdi. Şimdilerde böyle önemli çalışma kolları varmı? köyümüzün ilköğertim okulunda bilmiyorum. Hem günlük hayatımızda sövgü ifade eden kelimelerin oranı bir hayli düştü bugünkü çocukların günlük konuşmalarında zannedersem.

Sevgiyle kalın,

Allaha emanet olun.

Mustafa Uysal

 Bu yazı 3293 defa okundu.